Bulutsuz ve gökyüzünün alabildiğine açık olduğu serin eylül gecelerinden birinde bir grup insan devasa ormanda oturuyordu. Uzaklarında bulunan dağdan vadiye doğru inen bir meltem yavaşça ormanın içinde geziniyordu. Efsanelerde anlatılan ruhlar misali oturanların bedeninde bir ürperti yaratıyordu. Yaptığı uğultu da cabası…
Ateşin yanında bir köpek orman zeminine uzanmış vaziyette kestiriyordu. Arada ormandan gelen kurt ulumalarına dikkat kesiliyor, kulakları hareketleniyor, kafasını kaldırıp ormana doğru bakıyordu. İçgüdüleri korkuyu önden seziyor, onu sürekli teyakkuz halinde tutuyordu. Sonra sahibi kafasını okşuyor, ona iltifat ediyordu; o da bunun tadını çıkarıp kafasını yine patilerinin üstüne koyup uyuklamaya devam ediyordu.
Yat, kızım! Tedirgin olduğunu biliyorum, kim olmaz ki? Deliler Ormanı insanların aklını kaçırmasıyla meşhur. Eskiden derlermiş ki: “Bu ormanı baştanbaşa kat etmeye kendini adamış bir subay varmış. Subay yanına gerekli bütün malzemeleri almış. En sevdiği ve can dostu olan atı da yanındaymış. Tayını da bolmuş ayrıca.
Ormana girip başlamış seyahatine. İlk başta her şey sıradan ilerliyormuş. Sıra dışı bir hadise ile karşılaşmamış. Çevreden bulduğu kuru otlar ve çalılar ile ateş yakmış aynı biz gibi. Atını da dibindeki bir sedir ağacına sıkıca bağlamış. Getirdiği erzaktan tıkınmaya başlamış. Ata da biraz saman ve elma vermiş. Ama ne elma ki, sormayın. Böyle sulu sulu… Olsa da yesek keşke şimdi. Neyse ben devam edeyim. At katır kutur yemiş elmasını. Suyunu da bir güzel içmiş. Kendi halinde etrafı gözetliyormuş. Subay da çay demlemiş yemekten sonra. Gürül gürül yanan ateşe bakarak onu yudumluyormuş.
Subayın bir de sevdiği kız varmış güya. Mektuplaşırlarmış sürekli. Kız hakkında çok bilgimiz yok amma anlatıldığına göre pek bir alımlı, ağırbaşlı, güler yüzlü bir hanımefendiymiş. Atası da tüccarmış. Bütün ülkeyi hatta yeri geldiğinde Leh Krallığı’nı bile dolaşırmış. Lehler bile istemişler vaktinde kızı ama atası ben gâvura kız falan vermem demiş haliyle. Kız hakkında tek bildiklerimiz bunlardan ibaret. Eskilere bu kadar ulaşabilmiş, yapacak bir şey yok.
Subay sevdiğinden gelen mektubu okuyormuş, öpmüş mektubu, kokusunu içine çekmiş ve tekrar okumuş. Bu sefer ağır ağır… Hazmede hazmede okumuş. Boğazı düğümlenmiş bizimkinin. Öyle bir hale bürünmüş ki sormayın. Ruhlar âlemine dalmış sanır dışardan görenler. Tabii o dala dursun o âleme. Kızla cilveleşiyor bizimki hayalinde. Kızın koynunda öyle bir rahat ki sormayın. Kışın sıcacık olur bir de. Adamın keyfine diyecek yokmuş.
Tam o anda adamın atı, sanki cehennem zebanileri tepesinde çalıp oynuyormuş gibi kişnemesin mi! Yok böyle bir kişneme arkadaşlar. Subay bir anda o vaziyeti terk eylemiş. Kafasını çevirip atına bakmış hemen. Hayvan ecinni görmüş gibi toprağı eşeliyor, can havliyle kişniyor, geminden ve yularından kurtulmaya çalışıyormuş. Atın gözleri de kocaman olmuş böyle. Nah, şu yerdeki taş kadar! Abarttığımı sanmayın sakın. Ben sadece olanları aktarıyorum. Ne bir kelime eksik ne bir kelime fazladır. Subay da kenarda çay demlemiyor tabii ki. Bir çırpıda kalkıp atının yanına varmış.”
- Cehennem zebanilerinin çalıp oynaması bu kurgusal evrende kullanılan bir deyimdir.
- Kenarda çay demlemek: Türkçedeki elleri armut toplamakla aynı manada kullanılan bir deyim.
Deliler Ormanı öyküsünü zamanında bir yarışma için yazmıştım. Öyküyü birkaç parçaya ayırıp sizlerle böyle ara ara paylaşacağım.
